“Siz yabancı (nâmahrem) kadınlara karşı iffetli olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli olsunlar. Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler. Bir kimse kendisinden özür dileyerek yanına gelen kardeşini, ister haklı ister haksız olsun kabul etsin. Aksi hâlde cennette Kevser Havuzu’nun başında yanıma gelemez.” (Hâkim, IV, 170/7258)
Diğer taraftan yavrularımıza dâimâ güzel hitâb etmek ve onlara öfkeyle bedduâ etmemek îcâb eder. Bu husustaki şu misâl ne kadar ibretlidir:
Bir kişi Abdullah bin Mübârek Hazretleri’ne gelerek ona çocuğunun isyanından şikâyet ediyordu. Abdullâh bin Mübârek o kimseye:
“–Çocuğuna bedduâ ettin mi?” diye sordu. O zât:
“–Evet.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullâh bin Mübârek:
“–Çocuğun bozulmasına sen sebep olmuşsun!” dedi.
Diğer önemli bir husus da anne ve babaların, hiçbir zaman yavrularını kandırmamaları, onları dâimâ doğruluğa alıştırmalarıdır. Abdullâh bin Âmir
-radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Birgün annem beni çağırdı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de evimizde bulunuyordu. Annem:
«–Gel de sana bir şey vereyim!» dedi. Allâh Rasûlü:
«–Ona ne vermeyi düşünmüştün?» diye sorunca, annem:
«–Ona bir hurma vermek istemiştim.» cevâbını verdi. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Bil ki, eğer ona bir şey vermeseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80; Ahmed, III, 447)
Peygamber Efendimiz diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“İyilik yapması için çocuklarınıza yardım edin. Dileyen kimse, (yardımcı olmak sûretiyle) çocuğundan isyan duygusunu çıkarabilir.” (Heysemî, VIII, 146)
Yavrularımızın terbiyesinde fiilî gayretlerin yanında onlar için dâimâ hayır duâda bulunmamız da îcâb etmektedir. Zîrâ bu iki hâlin berâberliği zarûrîdir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- diyor ki:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni bağrına bastı ve: «Allâh’ım, bu çocuğa hikmeti öğret!” diye duâ etti.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 24) Rasûlullâh
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptığı bu duâ berekâtıyla İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-, büyüdüğünde “Ümmetin âlimi” ve “Tercümânu’l-Kur’ân: Kur’ân’ın mânâlarını açıklayan müfessir” unvanlarına sâhip olmuştur.
***
Evlâdlarımızın terbiyesiyle alâkalı, selef-i sâlihînden bazı büyüklerin şu tavsiyeleri de ibretle okunacak kıymet ve güzelliktedir:
Ebû Zekeriyyâ el-Anberî şöyle der:
“Edep olmadan ilim, odunsuz ateş; ilimsiz edep de bedensiz rûh gibidir.”
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın oğluna yapmış olduğu şu vasiyetleri, aynı zamanda bizler için de büyük bir ibrettir:
“Ey oğul! Her şeyden önce Allâh’tan hakkıyla kork! Bütün emirlerini yerine getir! O’nun zikriyle kalbini ihyâ et! Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarıl! Eğer bu sağlam kulpa tutunursan Rabbinle aranızdaki bağdan daha kuvvetli hangi bağ bulunabilir?
Ciddî olarak ölümü an ve ölümü hatırlamakla kalbini dirilt. Her şeyin yok olacağını bil ve kalbine de, yoklukta karar kılacağını telkin et!
Bu tavsiyelerimi iyi dinle ve anla! Bil ki, her canlının ölümünü elinde tutan Cenâb-ı Hak hayâtını da elinde tutmuştur. Varlıklara can verip yaşatan, neticede onları öldürendir. Zenginleri fakir, fakirleri de zengin yapan O’dur. Her türlü belâyı ve hastalığı veren O, her belâya bir devâ ve şifâ bulan yine O’dur.
İlimde ne kadar ilerlersen ilerle, yine de bilmediğin çok şey olacaktır. Çünkü tefekkür sahasının dışında ve görme kudretinin ötesinde bulunan pek çok hakîkat vardır. Şâyet bunlardan birisine muttalî olabilirsen ve Allâh bazı hikmet ve sırları sana öğretirse sakın onu kendi kudretinle kazandığını zannetme! Bilâkis bunun için Yüce Rabbine sığın! İbâdetin O’nun için olsun, muhabbetin O’na olsun, korkun yalnız O’ndan olsun!
Hulâsa, dünyânın hayrı az, dirliği kısa, güler yüz göstermesi riyâ, yüz çevirmesi fâcia, lezzet ve visâli geçici, nîmet ve ihsânı fânî, günah ve vebâli ise bâkîdir... Şunu unutma ki, her fenâlığın başı mal sevgisi, hırs ve tamâdır. Bu kötü hasletler, senin kalbine yol bulmasın! Müttakî ol ki, perhizkârlardan olasın. Yâni dünyâ nîmetlerini asgarîde kullan ve onlara râm olma, Allâh yolunda infâk et!”
Şeyh Edebali Hazretleri’nin, oğlu yerine tuttuğu Osman Gâzî’ye tavsiyelerinden bir kısmı ise şöyledir:
“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve îtibârın zedelenir...
Şu üç kişiye; yâni câhiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken îtibârını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir…
En büyük zafer, nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.”
Böylesine nâdide ve rûhânî tavsiyelerle hayâtına istikâmet veren Osman Gâzî de oğlu Orhan Gâzî’ye şu nasîhatlerde bulunmuştur:
“Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine vesîle olur! Bunun için âlimlere hürmette ve onların hakkına riâyette kusûr etme!..
Oğul! Benim hânedânımdan her kim adâletten ayrılırsa, mahşer günü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrum kalsın!
Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allâh -celle celâlühû-’nun birçok lutuflarına mazhar oldum! Sen de benim yolumdan yürü! Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!”
Babasından bu güzel ve hikmet dolu nasîhatleri alan Orhan Gâzî, oğlu Murad Hân’a nasîhatleriyle şöyle yol göstermiştir:
“Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrûr olma! Unutma ki dünyâ, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a bile kalmamıştır. O’nun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zîrâ her dünyâ saltanatı fânîdir! Lâkin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allâh yolunda hizmet ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkânı iyi değerlendir!
Dünyâya âhiret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhiret saâdetini fedâ etmeye değmediğini görürsün!..”
İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- de oğluna şu vasiyetlerde bulunmuştur:
“Ey oğul! İlimsiz amel olamayacağı gibi, amelsiz ilim de bir deliliktir. Bilmiş ol ki, bugün seni günahlardan uzaklaştırmayan, ibâdete yaklaştırmayan ilim, yarın da cehennem ateşinden uzaklaştırmayacaktır.”
Hulefâ-yı Râşidîn’den sonra beşinci râşid halîfe olarak kabûl edilen; ilim, irfan ve takvânın zirvesine çıkan ve İslâm târihine iki buçuk senelik hilâfeti ile en şerefli imzalardan birini atan Ömer bin Abdülaziz’in, halîfe olduğu günden itibâren çocuklarına karşı muâmelesi de değişmişti. Hilâfete geçtiği gün, halk büyük kalabalıklar hâlinde Ömer bin Abdülaziz’e biat ederken izdiham sebebiyle oğlu Abdülmelik’in elbisesi yırtılmıştı. Bunu gören Ömer, oğluna:
“–Evlâdım, git elbiseni diktir. Zîrâ bugünden itibâren belki bu elbiseden başka bir elbise bulamayacak ve buna muhtaç olacaksın!” demişti.
Ömer bin Abdülaziz, her gece kızlarına uğrar, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra uyumaya giderdi. Bir gece yine onlara uğramıştı. Babalarının geldiğini duyan kızları, elleriyle ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer, yanlarında bulunan mürebbiyelerine, niçin böyle yaptıklarını sorunca, o:
“–Yanlarında mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.” dedi. Onların bu zühd, edeb ve hassâsiyeti karşısında Ömer bin Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve kızlarına:
“–Kızlarım! Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünyâ nîmetlerine tâlib olmanız, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi.” dedi.
Yine Ömer bin Abdülazîz hasta yatağında iken yakınları:
“–Senden sonra evlâdlarına, âilene Beytülmâl’den bir şeyler vasiyet et!” dediklerinde o:
“–Çocuklarım ya sâlih veya şerli kimseler olacaktır. Sâlih olurlarsa onların böyle bir şeye ihtiyâcı yoktur. Şâyet şerli olacaklarsa, zâten benim onlara bir şey bırakmam îcâb etmez. Her iki hâlde de buna lüzum görmüyorum.” demiştir.
Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- oğluna şöyle vasiyet etmiştir:
“Yavrum! Namaz kıldığın vakit, onu kıldığın son namaz olarak düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!..
Oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yâni mü’min bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalı, araya kötü bir amel karıştırmamalıdır.”
Bütün bu îkaz ve nasîhatler, hem kendimizi hem de evlâdlarımızı rızâ-yı ilâhîye istikâmetlendiren mühim birer hayat düstûrudur. Bu düsturlar mûcibince, içinde yaşadığımız fânî âleme vedâ etmeden evvel, nefsânî arzu ve şımarıklıklar­dan vazgeçip ilâhî hesâba hazırlanmamız gerekmektedir. Bunun için de, canımızı nerede kullandığımızı, malımızı nereden kazanıp nereye harcadığımızı, evlâdlarımıza ne kadar emek verdiğimizi, onların bizim için kıyâmet günü yüz akı mı yoksa yüz karası mı olacağını, velhâsıl her hâl ve hareketimizi, müsbet veya menfîliği itibârıyla, iyice tefekkür etmeye mecbûruz. Zîrâ âyet-i kerîmede:
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfât Allâh katındadır.” (el-Enfâl, 28) buyrulmaktadır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti üzere bir çocuğun dînini öğrenerek âhiret yurduna hazırlık yapması ve neticede güzel bir ahlâka sâhip olması, hem kendisi hem de ebeveyni için dünyâ ve âhiret saâdetidir. Allâh Rasûlü’nün haber verdiğine göre:
“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:
«–Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar. Cenâb-ı Hak ona:
«–(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti» buyurur.”
(İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: