RadyoNebi.Gen.Tr
Radyo Nebi Masa Üstü İslami Radyo Dinleme Programı

Radyo Nebi Masa Üstü Program İndirin.

Son mesaj - Gönderen: CeSuR - Salı, 04 Şbtruary 2014 22:36
Ce§uR'un Ayakları Dayanmak Korkağın Ayakları İse Kaçmak İçin Yaratılmıştır (((H.z. Ali)))
Hoşgeldiniz, Ziyaretçi.Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.
27 Nisan 2024, 05:48:25
Ana Sayfa Yardım Ara Giriş Yap Kayıt
Duyurular:


Sayfa: 1 2 [3] 4 5

 21 
 : 02 Mart 2012, 01:39:56 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR


 22 
 : 11 Şubat 2012, 17:30:50 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
Rahman ve Rahim Olan ALLAH'ın Adıyla

Furkan 1:"Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren, ALLAH, yüceler yücesidir."

Uyar, bizi ey Furkan! Uyar! Yürekleri henüz ölmemişleri;

Furkan 2 :Göklerin ve yerin mülkü O'nundur.O bir çocuk edinmemiştir,mülkünde ortağı yoktur .Her şeyi yaratmış, ona ölçü , biçim ve düzen vermiştir.

De ki:
"ALLAH(cc) Bir ve Tek'tir. O'ndan başka ilah, O'ndan başka Efendi, O'ndan başka Rab yok. Muhammed (sav), O'nun hem kuludur, hem elçisi. O(sav) ancak müjdeleyici ve uyarıcıdır:

Furkan 56-57: "(Resulüm!) Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.De ki: Buna karşılık, sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanız) dışında herhangi bir ücret istemiyorum. "


Yaratan ALLAH'tır; yeri, göğü, her ikisi arasındakileri ve ötesindekileri, gördüklerimizi ve göremediklerimizi, zamanı ve mekanı, hayatı ve ölümü, ölümden sonra dirilişi, Hesab Gününü ve Ahiret'i, ardından gelecek olan sonsuz hayatı; Cennet'i ve Cehennem'i."

Al-i İmran 109: "Göklerdeki ve yerdeki her şey ALLAH'a aittir ve hepsi asıl kaynağı olan ALLAH'a döner."

Sen ki, her şeyin Tek Sahibi olan tarafından indirildin. Uyar bizleri!

Furkan 6: (Resulüm!) De ki: Onu göklerde ve yerdeki gizlilikleri bilen ALLAH indirdi. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

ALLAH'ın çok bağışlayıcı olduğunu, merhametinin engin olduğunu hatırlat bizlere. O'nun Vedud; çok seven olduğunu hatırlat. İnsanların bir kısmı, o kadar çok korkular yüklendiler ki, O'nu sevmekten korkuyorlar, O'nun tarafından sevilmeyecekleri zannıyla yürekleri paramparça. ALLAH'ın, tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayacağını unutuyorlar. Bir kısmı da tersine "nasıl olsa affedileceğim zannıyla kendilerine kötülük ediyorlar. Gerçeği açıkça söyle;

Ankebut 7: "İman edip doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, Biz onların [önceki] kötülüklerini mutlaka sileriz ve onları yaptıkları iyiliklere göre ödüllendiririz.

Furkan 70-71: "“Ancak tevbe ve iman edip salih amellerde bulunanlar başkadır; ALLAH onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. ALLAH çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak ALLAH'a döner. ”

ALLAH'ın merhametinin engin olduğunu, tevbesi kabul edilecek olanların açık tanımını öğret bizlere ki şeytanın, ALLAH'ın affediciliği ile kandırmasına kanmayalım:

Furkan 72-77: "(O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar; (Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl! derler. İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır. Orada ebedi kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşme ve ikamet yeridir. (Resulüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkarcılar! Siz Resul'ün bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!


Hatırlat bizlere: Hayatın, ancak denge üzere yaşandığı zaman anlamlı, değerli ve çok güzel olduğunu anlat. Dengesizlikler yüzünden; ıstırabın, acının bitmediğini öğret bizlere: "

Bakara 143:" Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki hayatınızla tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın........"

Al-i İmran 110: "SİZ, insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız ve ALLAH'a inanırsınız. Eğer geçmiş vahyin mensupları, bu tür bir inanca ermiş olsalardı, bu, kendi iyiliklerine olacaktı; [ama] içlerinden pek az inanan bulunsa da onların çoğu fasıktır:"

137: "SİZDEN önce nice hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse, yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün:

138: Bu, bütün insanlara açık bir ders ve ALLAH'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için bir rehber ve bir öğüt olsun.
139: Öyleyse, cesaretinizi yitirmeyin ve üzülmeyin:Eğer gerçekten inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olursunuz.

 23 
 : 11 Şubat 2012, 17:29:48 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
Kur`an-ı Kerim`i indirildiği Arapça ile okumanın fayda ve hikmetleri sayılamayacak kadar çoktur. Onlardan sadece bir kaç tanesini arz ediyoruz:

1. Kur`an`ı orijinal Arabçası ile okuyan ibadet etmiş olur, bu okuma insanı Allah`a yaklaştırır, anlamaksızın dahi olsa okuyorsa sevap kazanır. Anlayarak okuyan ise ücret üstüne ücret elde eder. Yüce Allah`ın:

"Allah`ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler. Çünkü Allah, onların mükafatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Çünkü O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir."1 âyet-i celilesinde de ifade edildiği gibi, Allah`ın kitabını okuyanlar methedilmiş, Kur`an`ı mücerret okumak dahi namaz kılmak gibi ibadetlerden sayılmış, hatta Kur`an tilaveti namaz kılmak gibi çok önemli bir ibadetten önce zikredilmiştir.

Hz. Peygamber (a.s.m)`da: "Kim Allah`ın kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir haseneye on misli sevab verilir. Ben Elif Lam Mim bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, Lam bir harftir, Mim bir harftir diyorum."2 hadislerinde Kur`an`ı bizzat okumanın ibadet sevabı kazandıracağına dikkat çekmişlerdir. Ki, Kur`an bu özelliği ile ayrıcalık kazanmış, başkalarına fark atmıştır.

2. Kur’an-ı Kerim’i Arapça okumak, Allah`ın bundan önceki kitaplarının başına gelen tebdil ve tahriften O’nu korumak içindir. Cenab-ı Hakkın mânâsını anlamasa dahi Kur`an`ı okuyanlara büyük mükafat va`d etmesi, Kur`an`ın koruması ve bekası için en mühim saiklerden biri olmuştur.

Onun için insanlar Kur`an okumaya aşırı düşkünlük göstermişler, hatta bir kısmı Kur`an`ın hâfızı olmuştur. Kıraatın, Kurra ve hafızların çoğalıp her tarafa yayılması, Kur`an`ın dillerde deveranını netice vermiştir. Dolayısıyla hiç kimse onu değiştirmeye cür`et edememiş, çünkü Kur`an`ın ârifleri tarafından şiddetle kınanacağını hesaba katmışlardır. Nitekim buna cüret eden İslâm düşmanları, Kur`an ârifi, âlimi, kurra ve hâfızları tarafından ağızlarının payını almışlardır.

3. Müslümanlar arasında dil birliğini sağlamak, dinî birliklerini kuvvetlendirmek, aralarında anlaşma ve yardımlaşma vesilelerini kolaylaştırmak, böylece saflarını kuvvetlendirmek, güçlerini artırmak, sözlerini yüceltmek.

Bu ilahî ve yüce bir siyasettir. Bu siyaset başarılı olmuştur.
4. Devamlı okuyanın yavaş yavaş düşünme ve anlamaya da yol bulacağını sağlamak ve onunla amel etme imkanını temin etmek. Bu gün onu gafil okuyan, yarın onu hatırlayarak, düşünerek okur, yarın düşünerek okuyan da onun rehberliğinde amel etmeye başlar. Böylece okuyucu bir dereceden daha yüksek bir dereceye intikal eder.3

Şimdi Sorabilir miyiz?

Kur`an`ın orijinal Arabçasını istemeyenler veya Türkçe Kur`an isteyenler bu saydığımız maddelerin aksini söyleyebilirler mi? Yani müslüman oldukları halde:
Biz Kur`an`ın Arabçasını okumanın ibadet olduğuna inanmıyoruz, ondan sevab da beklemiyoruz, diyebilirler mi?

Ve yine diyebilirler mi ki, bizim, Kur`an`ın kıyamete kadar korunması, tahrif ve tağyirden uzak kalması gibi, müslümanların birliğini korumak gibi bir derdimiz yok, diyebilirler mi?

Müslüman oldukları için bunu diyemeyeceklerdir. Diyemeyeceklerine göre Kur`an`ın Arabçasına sahip olmalıdırlar, Türkçe ibadet, Türkçe Kur`an, Türkçe kâmet gibi basit, hiç bir ilmî ve dinî değeri olmayan heva ve heveslerden vazgeçmelidirler.

"Çünkü aziz Kitab`ın, arşını terk etmesi mümkün değildir. Onun arşı Arabçadır. Kur`an`ı o arşa oturtan da Yüce Allah`tır. Padişah tahtını boşaltırsa izzet ve kuvvetten padişah için ne kalır? İşte bu Kur`an`ı Allah, sözlerin padişahı yapmış, ona i`caz tâcını giydirmiş, onun Arabçasını da bu i`caz ve i`tizaza bir ayna yapmıştır.4 "O bir Kitab-ı Azizdir. Ne önünden ne arkasından batıl ona yaklaşamaz. O, çok övülen hikmet sahibi Allah`dan indirilmiştir."5

Biz milletimizi, vatanımızı, milli değerlerimizi, Türkçemizi seviyoruz. Ama aynı zamanda biz en mukaddes varlığımız olan Dinimizi, Kur`an`ımızı ve Kur`an`ın dili olan Arabçayı da seviyoruz.

Türkçe ibadet konusunda ısrar edenler Arabçaya olan düşmanlıklarını da îlan ve itiraf etmektedirler. Arapçaya olan düşmanlıklarından nerdeyse Kur`an`a da düşmanlıklarını söyleyecekler ama hamdolsun ki, bir İslâm ülkesinde yaşamakta ve kendilerinin de müslüman olduklarını söylemektedirler.

Zaman zaman öylesine garip tutum ve tavır içine girmektedirler ki, ırkçılık sevdasından mıdır yoksa din düşmanlığından mıdır sözü: "Neden Kur`an Türkçe gelmedi de Arabça geldi, neden Peygamber Araplardan çıktı da Türklerden çıkmadı?" demeye getiriyorlar. Bu benim aklıma şu ayeti getirdi: "İsrailoğulları Hz. Musa (a.s)`ya: "Ey Musa, onların tanrıları olduğu gibi, bizim için de bir ilah yap." dediler. Musa: "Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz." dedi.6 Halbuki bu tavır ve anlayış ne kadar yanlıştır.

Biz aciz bir mahluk olarak, âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı olan Allah`ı yargılamaya hakkımız var mı?

O Allah, dilediğini yapmakta ve istediği gibi hükmetmede serbest olmasaydı Allah olamazdı. O böyle yapmışsa mutlaka bunun bir hikmeti vardır, deyip Allah`ın hükmüne boyun eğmemiz gerekir, müslümana da yakışan budur.

İmam Şafii`nin Risalesinde şu ifadelere rastlıyoruz:
Arap olmayanların, Arap lisanına tâbi olmaları gerekir. Çünkü o bütün insanlığa elçi olarak gönderilen Allah Resulu (a.s)`nün dilidir. Onun dinini kabul edenler dilini de seve seve kabul ederler.

Her müslüman elinden geldiği kadar Arap dilini öğrenmesi lazımdır. Ta ki, Allah`dan başka ilah olmadığına, Muhammed`in O`nun kulu ve Resulu olduğuna şehadet edebilsin. Allah`ın kitabını okuyabilsin, tekbir ve tesbihlerle Allah`ı zikredebilsin.7

Yüce Allah Peygamberini Türklerden, kitabını da Türkçe gönderseydi bu sefer de başka milletler neden peygamber bizden çıkmadı, kitab bizim dilimizle gönderilmedi diyebilirlerdi ve bu soruların ardı arkası kesilmezdi.

Öyleyse bize düşen Allah ne yaparsa doğru yapar deyip O`nun son Peygamberinin dinini ve dilini benimsemek, onu anlamak ve o istikamette yaşamaktır. Hepsi bu kadar.

Bu Gün Gelinen Nokta

Kur`an, Türkçe`yi kanatlandırmış ve Kur`an`ın ana kavramlarını, fiillerini, tabirlerini ve kültürünü hayranlık uyandıracak bir marifetle Türkçe`ye taşıyan ecdadımızın kendi dillerini beynelmilel ve beynel İslam çapta bir kemal derecesine ulaştırmıştır. Dil ırkçılarının Türkçe`den kovmaya çalıştıkları şey Arapça`dan ibaret değildi; onlar Türkçe`deki Kur`anî kültür ve muhtevayı kazımaya kararlı idiler.8

Bu gün artık gelinen nokta ve hâkim olan kanaat şudur: Kur`an Arapçasız olmaz. Arapça`nın dışında bir dille ortaya konan da Kur`an sayılmaz. Çünkü Üstad Bediüzzaman`ın ifadesiyle "Lisan-ı nahvi olan Arapça`dan başka Kur`an`ın meziyetlerini ve nüktelerini hiçbir lisan muhafaza edemez."9

Kaynaklar:
1. Fatır, 35/29-30.
2. Tirmizi Hakim`de bunun bir benzerini merfu olarak rivayet etmiştir. ez-Zerkanî, s. 129.
3. Ez-Zerkânî, Muhammed Abdul`azim, Menâhilu`l-İrfan fi Ulûmi`l-Kur`an, ty., s. 129-130.
4. ez-Zerkanî, a.g.e., s. 137.
5. Fussilet, 41/42.
6. A`raf, 7/138.
7. ez-Zerkanî, a.g.e., s. 151.
8. Alkan, A. Turan, "Kur`an`ın Kanatlandırdığı Türkçe", Zaman Gazetesi, 27 Kasım 1997.
9. Bediüzzaman, Şualar, s. 213.

 24 
 : 11 Şubat 2012, 17:28:39 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
Kur'an-ı kerimi, lisanı Arapça olanlar bile anlayamaz; hatta evliyanın ve ulemanın en büyükleri olan Eshab-ı kiram bile, âyetlerin manalarını Resulullaha sual ederdi. Bir hadis-i şerif meali:
(Kur'an-ı kerim Allahü teâlânın metin [sağlam] ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz. Çok okumak ve dinlemekle eskimez.) [İbni Mace]

Kur'an-ı kerimin, çok veciz olup, bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kâğıt ve mürekkep bulunamayacağı bizzat Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir:
(De ki, Rabbimin [İlmini, hikmetini bildiren, hayrete düşüren] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.) [Kehf 10]

Demek ki, her Arapça bilen, Kur'an-ı kerimi anlayamaz. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Cenab-ı Hakkın, (Anlayarak da anlamayarak da Kur'an-ı kerim okuyan, benim rızama kavuşur) buyurduğunu bildirmektedir. (İhya)

İslam âlimlerinin en büyüklerinden, Hanbelî mezhebinin reisi imam-ı Ahmed hazretleri böyle buyururken, hâlâ herkesin Kur'an-ı kerimi anlayarak okuması gerektiğini söylemek ne büyük gaflettir

 25 
 : 10 Şubat 2012, 17:04:18 
Başlatan Hasan - Son mesaj Gönderen: Hasan
"Bizi öldürdükten sonra dirilten (uyuduktan sonra uyandıran) Allah''a hamdolsun. (kıyamette) O''nun huzurunda toplanılacaktır." (Buhari: 11/96)

"Allahım! Senin yardımınla sabaha girdik, senin yardımınla akşama kavuştuk, senin yardımınla diriliyor ve senin kudretinle ölüyoruz ve (kıyamette) varış sanadır." (Ebu Davud: 5067)

"Allahım! Senin yardımınla akşama girdik, senin yardımınla sabaha kavuştuk, senin yardımınla diriliyor ve senin kudretinle ölüyoruz ve dönüş yalnız sanadır." (İbn Mace, Dua: 14)

"Allahım! Şüphesiz ben bilerek herhangi bir şeyi şirk koşmak (eş ve ortak tanımak) tan sana sığınırım.Bilmeyerek işlemiş olduğum(şirk ve hatalarım) ın senden bağışlanmasını dilerim. Şüphesiz ki bütün gaybları (gizli şeyleri) ancak sen bilirsin." (et-terğıb ve et-terhib: 1/76)

"Bizi nimetleriyle yediren ve içiren ve bizi İslam üzere bulunduran Allah''a hamd olsun." (Ebu Davud, At''ime:15)

"O Allah''a hamd olsun ki, benden bir kuvvet olmaksızın bu elbiseyi bana giydirdi ve (bunu) bana rızık olarak verdi." (Tirmizi, deavat: 107)

"Allah''ın adıyla, Allah Resulune salat ve selam olsun. Allah''ım , günahlarımı bağışla ve bana rahmet kapılarını aç." (Müslim, müsafirin:68)

"Allah''ın adıyla, Allah Resulune salat ve selam olsun. Allah''ım , Senden fazl-u (ihsanını) diliyorum. Allahım, beni rahmetinden uzaklaştırılmış şeytanın şerrinden koru." (Buhari, teheccüd: 25)

"Allah''ım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih eder, hamdimi sana takdim ederim. Senden başka hiçbir ilah bulunmadığına şehadet ederim. Senden mağfiret diliyor ve sana tevbe ediyorum." (tirmizi, deavat: 38)

"Bize tatlı soğuk su içiren ve günahlarımız sebebiyle onu içilmez tuzlu su yapmayan Allah''a hamd olsun." (Ebu Nuaym)

Eve Girerken Okunacak Dua:

"Allahım! Her giriş ve çıkışımda senden hayır diliyorum. Allah''ın adıyla evimize girer, Allah''ın adıyla çıkarız ve Rabbimize dayanıp güveniriz." (Ebu Davud, Edeb: 112)

Evden Çıkarken Okunacak Dua:

Anlamı: "Allah''ın adını anarak (evimden çıkıyorum) ben, Allah''a dayanıp tevekkül ettim. (her türlü) kuvvet ve kudret ancak yüce Allah''ın yardımıyladır." (Tirmizi, deavat: 34)

Gece Uykudan Önce Okunacak Dua:

"Senin adını anarak ölür ve dirilirim (uyur ve uyanırım) Allahım!" (Buhari, Deavat: 7)

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

 26 
 : 10 Şubat 2012, 01:50:47 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
Müslümanlar arasında bir din kardeşliği vardır. Bu, din bakımından genel bir yakınlık ve akrabalıktır, en kuvvetli bir bağdır. Bu yönden müslümanlar, herhangi ırka, herhangi yurda bağlı olurlarsa olsunlar, birbirine bağlıdırlar, birbirini sever, birbiri hakkında hayır isterler. Bir âyet-i kerimede buyurulmuştur.

"Müminler şübhe yok ki, kardeştirler."

Bundan başka müslümanlar arasında birbirinden farklı derecelerde bir soy, bir neseb, bir hısımlık ve akrabalık vardır. Bu bakımdan da aralarında birtakım görevler haklar ve hükümler bulunur. Bunların gözetilmesi dinimizce gereklidir.


Müslümanların çoğalmaları ve kuvvetlenmeleri, yurdlarını ve varlıklarını savunabilmeleri aralarında aile ocağının gelişmesine bağlıdır. Bu yönü ile aile kurmak ve bu ailenin devamına çalışmak İslâmda önemli bir görevdir. Şöyle ki: Aile yuvası kurmaya gücü yeten ve kendisinde kuvvetli bir meyil bulunan müslüman için evlenip aile sahibi olmak vacib veya farzdır. Nefsi taşkın olmayan bir müslüman için de bir müekked sünnettir.

Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:


"Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben, kıyamet günü ümmetlere karşı sizinle öğünürüm."

Fakat kadına zulüm ve eziyet edileceği bilinerek zevce haklarını çiğneyecek olan kimsenin evlenmesi haramdır. Çünkü bu durumda aile hayatından beklenen yararlar elde edilemez.


Talâk (boşama) işine gelince: Bu bir yönden meşru ise de, diğer bir yönden yasaktır ve sakıncalıdır. Şöyle ki: Aile hayatından beklenen şeyler elde edilmeyince veya iffet ve geçim bakımından bir fenalık yüz gösterirse, boşama meşrudur, müstahsendir. Fakat böyle bir gerek ve zaruret bulunmadıkça boşama kötüdür, müstahsen değildir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:


"Allah katında helal olan şeylerin en sevimsizi boşanmaktır."


Onun için aile hayatını yaşatmaya çalışmalı, gereksiz olarak ayrılma ve boşama olaylarına meydan vermemelidir. Bunun sorumluluğundan çekinmelidir.


Her müslüman için aile hayatı ile ilgili din meselelerini yeteri kadar bilip onları uygulamak da bir görevdir. Kimlerin birbiri ile evlenemeyeceğini, kimlerin evlenebileceğini ve kimler arasında mahremiyet bulunduğunu bilmek gerekir.


Nikâh denilen evlenme akdi (sözleşmesi) karı-koca olacak müslümanlar veya bunların velileri veya vekilleri arasında iki mümin erkeğin veya bir erkekle iki mümin kadının şahidlikleri ile gerçekleşir. Çiftlerden biri tarafından teklif ve diğeri tarafından kabul olur. Şöyle ki: "Ben seni zevce edindim" diye yapılan teklife, karşı taraf da "Kabul ettim" der. Çiftlerin veli veya vekilleri de şöyle der: "Ben falanın kızı falanı, velisi veya vekili olduğum falan için zevce kabul ettim," diye yapılan teklife karşı: "Ben de falan kimseyi, velisi veya vekili bulunduğum falancaya veli veya vekil olarak evlendirdim." der. Buna da şahitler şehadet ederler. Böylece icab ve kabul tamamlanıp akid yapılmış olur. Ayrıca kadına "Mehir" adı ile emsaline kıyasla bir mal verilmesi veya anılması gerekir. Bu "mehir" her iki tarafın rızası ile daha önce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini sonra kocasına bağışlayabilir.


Babalar, dedeler, anneler, nineler, erkek ve kız kardeşler, amcalar, dayılar, halalar ve teyzeler arasında bir soy yakınlığı ve ebedî bir mahremlik vardır. Bunlar arasında nikâh asla caiz değildir. Bir kimse, hiç bir zaman bunlardan herhangi birini nikahlayamaz.


Yine, bir kimse, kendi kardeşinin kızını ve bunun torunlarını da alamaz. Fakat bir kimse, amcasının, halasının veya teyzesinin kızını alabilir. İki kardeş çocukları birbirleriyle evlenebilirler. Bunlar arasında akrabalık varsa da mahremiyet yoktur.


Süt emme ile meydana gelen mahremiyet de, soyla sabit olan mahremiyet gibidir. Onun için bir kimse ile süt babası, süt anası, süt dedesi, süt ninesi, süt kardeş evlâdı, süt halası, süt teyzesi arasında ebedî bir mahremiyet vardır. Bunlar birbirleri ile evlenemezler.


Süt mahremiyetinin gerçekleşmesi için, süt emen çocuğun iki buçuk yaşından küçük olması ve emdiği sütün boğazından geçmiş olması şarttır. Bu iki buçuk yıldan sonra emilen veya içilen süt ile süt evladlığı veya kardeşliği olmaz. Bu müddet İmam Azam'a göredir. İki İmama göre süt emme müddeti iki senedir.


Zevcenin kocasının bazı akrabaları ile ve kocasının da, zevcesinin bazı akrabaları ile Sıhriyet (Hısımlık) bakımından mahremiyetleri olur. Bu ise nikâhın cevazına engeldir. Şöyle ki: Bir kimse, kendi karısının anasını, ninesini, başka kocasından olan kızını veya torununu asla nikâhlayamaz karı-koca arasındaki evlilik kalkmış olsa bile...


Bir insan eğer bunlardan birine, helal olmadıkları halde yaklaşmış olsa veya bunların bir uvzunu, harareti duyurmayacak bir engel olmaksızın şehvetle tutsa veya öpse, bunun karısı kendisine ebedî olarak haram olur. Buna "Hürmet-i Müsahere" denir.


Bir kadın da kendi kocasının babası ile veya başka zevcesinden olan oğlu ile, torunu ile evlenemez. Bunların arasında da ebedî bir hürmet vardır. Eğer aralarında helal olmayan bir yakınlık (temas) veya şehvetli bir ilişki (dokunma) meydana gelse, bu zevce ebediyyen kocasına haram olur.


Bir erkekle, kendi karısının kız kardeşi, halası veya teyzesi arasında geçici olarak bir hürmet vardır. O erkeğin zevcesi ile boşama gibi bir sebeble nikâh (zevciyet) kalkınca, iddet çıktıktan sonra bunlardan herhangi birini nikâhlayabilir.


Bir kimse, üvey annesi ile, kendi oğlunun veya torununun karısı ile asla evlenemez. Nikâh kalksa bile bu caiz olmaz. Bunlar arasında da "Hürmet-i müsahere" vardır. Eğer bir kimse oğlunun veya torununu zevcesine veya babasının zevcesine gayr-i meşru ilişkide bulunsa veya şehvetle dokunsa, bu kadın kocasına ebedî olarak haram olur.


Hısımlıktan doğan haramlık, meşru olmayan ilişki ile de meydana gelir. Şöyle ki: Bir kimse, gayr-i meşru surette ilişki kurduğu veya şehvetle tuttuğu veya öptüğü veya tenasül organına şehvetle baktığı bir kadının neseb veya süt yönünden anasını, ninesini, kızını, torununu asla alıp nikâhlayamaz. Bunlarla kendisi arasında ebedî bir haramlık bulunmuş olur. Bu yapmış olduğu haram işin bir nevi cezasıdır.


Bir müslüman başkasının nikâhında veya iddetinde bulunan bir kadını alamaz. Yine, bir müslüman Kitab Ehli denilen bir Yahudî ve Hıristiyan kadınla evlenebilirse de, bir Mecûsî veya putperest kadını nikâh edemez. Ancak kadın şirkini terk ederse, o zaman caiz olur.


Müslüman bir kadın ise, hiç bir, gayr-i müslimle evlenemez. Bu islâm dininde kesinlikle haramdır. Böyle bir durum, İslâm şerefine, İslâm yararına, müslüman kadının selâmet ve mutluluğuna aykırıdır.


Müslümanların karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilerinde bir hürmet ve nezaket vardır. Bir müslüman, başkasının evine rızası olmadan giremez. Başkasının evi içine, izni olmadan dışardan bakamaz. Sözleri ile kimseyi rahatsız edemez.


Erkekler, göbekleri altından diz kapakları altına kadar olan yerleri müstesna olmak üzere, birbirlerinin diğer bütün organlarına bakabilirler.


Kadınların birbirlerine veya kocaları olmayan erkeklere bakmaları da, erkeklerin birbirlerine bakmaları gibidir. Onun için müslüman kadın, diğer bir kadının veya bir erkeğin göbeği altından diz kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz, diğer uzuvlarına bakabilir. Ancak bir şehvet duygusu, kalben bir istek ve meyil bulunmamalıdır.


Bir erkek, kötü bir niyet olmaksızın yabancı olan (kendisine nikâh düşen) bir kadının yalnız yüzüne ve ellerine bakabilir. Fakat kendisine ebedî olarak haram bulunan anasının, kızının ve teyzesi gibi kimselerin yüzlerine, başlarına, göğüslerine, kulaklarına ve baldırlarına, yine aralarında şehvet korkusu olmamak şartı ile bakabilir.


Erkekle zevcesi arasında özel durum olduğundan bunlar şehvetle veya şehvetsiz olarak birbirlerinin bütün vücudlarına bakabilirler. Yalnız cinsel organlara bakılmaması daha iyidir, edebe uygun olan budur.


Bir doktor tedavisinde bulunan bir kadının hasta olan herhangi bir organına zaruret miktarı bakabilir. Fakat onun tedavisini bir kadına öğreterek ona yaptırması daha uygundur.

 27 
 : 10 Şubat 2012, 01:39:31 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
Başörtüsü, kadını, erkek bakışlarından koruyarak ve cinsiyetler arasındaki sınırları belirleyerek, mahrem alanı, yasak koyarak çizmektedir. Zira cemaatin birliği, erkeğin şerefine bağlıdır ki, bunun da ölçüsü kadının mahrem alanda korunan namusudur. Kur'an-ı Kerim'de başörtüsü 24 sıra numaralı Nur suresinin 30. âyetinde geçmektedir. “Kadınlar, başörtülerini, göğüslerinin üzerinden bağlasınlar; yani başörtüleriyle göğüslerini de örtsünler” mealindeki bu âyette geçen “humur” kelimesi, başörtüsü manasına gelen “hımâr” kelimesinin çoğuludur.

“Kur'an'da geçen hımâr kelimesi yalnızca örtü manasına gelir, başörtüsü manasına gelmez” diyenler kesinlikle yanılıyorlar. Çünkü bu kelimenin kökünde “örtme, karışma, yaklaşma” gibi manalar varsa da, kökten alınmış farklı kelimelerin (şekillerin) de farklı manaları vardır. Mesela aynı kökten gelen “hamr”, şarap, “hamîr”, hamur mayası, “humâr” akşamdan kalma hali manalarına gelir. Tartışma konumuz olan “hımâr” da başörtüsü ve vücudun bütününü örten örtü manalarında kullanılmıştır. r, örtünme Allah'ın bir emridir. Bu emir ilk geldiğinde sahabi hanımların uygulama şekli önem taşıyor. Çünkü ilk uygulamadaki ölçü daha sonraki uygulamaların biçimini belirliyor. Diğer yandan bu ölçü bilinince konu hakkında farklı konuşmanın önü de kesilmiş oluyor. Ahzab Suresi 33'teki “İslamdan önceki Cahiliye kadınlarının yaptığı gibi süslerinizi göstererek ve görünmek için dışarı çıkmayın” âyeti ve Nur Suresi'nin 31. ayet-i kerimesindeki, “kendiliğinden görünenleri müstesna, süslerini açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerinden iyice bağlasınlar” (1) ifadeleri mü`min kadınların nasıl giyinecekleri konusunda ölçüyü veriyor. Bu âyet iner inmez sahabe hanımların bu emri hayatlarına nasıl geçirdiklerini Hz. Âişe anlatırken diyor ki: “Allah ilk muhacir kadınlara rahmet etsin, onlar, 'Kadınlar başörtülerini yakalarının üzerinden iyice bağlasınlar.” âyeti inince etekliklerini kesip bunlardan başörtüsü yaptılar.

Satiyye binti Şeybe de bu konuda Hz. Âişe'den dinlediği şu hatırayı anlatır: “Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ediyorduk. Hz. Âişe dedi ki: “Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim.

“Nitekim, Nur suresindeki “Kadınlar başörtülerini yakalarının üzerinden iyice bağlasınlar.” ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. “Bu erkekler eşlerine, kızlarına, kız kardeşlerine ve hısımlarına bu âyetleri okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar.

Ertesi sabah, Hz. Peygamber'in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı.” (2) Hz. Âişe'nin kendisi de bu emrin uygulanmasında hassas davranır, bu giyim tarzına uygun olmayanları uyarırdı. Bir seferinde huzuruna ince başörtülü bir gelin getirilmişti. O, şöyle dedi: “Nur Suresi'ne inanan bir kadın böyle örtünmez.” (3)

Peygamberimizin bu emri bizzat uygulama şeklini, Hz. Âişe, ablası Hz. Esmâ'yı örnek vererek anlatır: Bir gün Hz. Ebu Bekir'in kızı Esmâ ince bir elbise ile Resulullah'ın huzuruna girmişti. Hz. Peygamber ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir”. Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti. (4)

Hz. Esmâ bu konudaki uygulamasını ileri yaşlarında da Resulullah'ın tarif ettiği gibi devam ettirdi. Münzir bin Zübeyr Irak dönüşü ona bir elbise göndermişti. Hz. Esmâ elbiseye dokunmuş ve “Bunu götürün ona verin!” demesine kırılan Münzir, “Anneciğim o ince değil, niye reddediyorsun?” Hz. Esmâ “Evet, ince değil, ama vücut çizgilerini belli eder.”

1 Nur suresi, 31. 2 Buhari, Tefsiru Sure 24:12; Ebu Davud, Libas:29. 3 el-Kurtubi, 14:157. 4 Ebu Davud, Libas, 31

 28 
 : 10 Şubat 2012, 01:03:32 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
Çocuk nasıl terbiye edilir?


Çocuk, ana baba elinde bir emanettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli bir cevher olup, mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Onun için Ağaç yaşken eğilir demişlerdir. Bunun gibi çocuk da neye meylettirilirse, oraya yönelir. Eğer hayrı âdet eder, öğrenirse hayır üzerine büyür. Çocuklara iman, Kur'an ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadete ana-baba ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her kötülüğün günahı, ana-baba ve hocasına da verilir.

Müslüman, emri altında bulunanlardan mesuldür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.) [Müslim]

(Çocuklarına Kur'an-ı kerim öğretenlere veya Kur'an-ı kerim hocasına gönderenlere, öğretilen Kur'anın her harfi için, on kere Kâbe-i muazzama ziyareti sevabı verilir ve kıyamette, başına devlet tâcı konur. Bütün insanlar görüp imrenir.) [S.Ebediyye]

(Bir çocuk ibadet edince, kazandığı sevap kadar, babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günah öğretirse, bu çocuk ne kadar günah işlerse babasına da, o kadar günah yazılır.) [S.Ebediyye]

(Çok müslüman evladı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gidecektir. Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evlatlarına Müslümanlığı ve Kur'an-ı kerimi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmeyenler Cehenneme gidecektir.) [S.Ebediyye]

Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Çocuklarına içki içiren, kumara alıştıran, müstehcen neşriyatı okumasına sebep olan, yalancılık, hırsızlık gibi kötü huylara alıştıran, kıbleye karşı ayak uzatmasına sebep olan kimse, günah işlemiş olur. Dinimizin temeli, imanı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslamiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, Müslümanlara Emr-i maruf yapmayı emrediyor. Yani, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz buyuruyor. Nehy-i münker yapmayı da emrederek, yasak ettiğini bildirdiği haramların yapılmasına razı olmamamızı istiyor.

Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kendinizi ve aile efradınızı Cehennem ateşinden koruyun!) [Tahrim 6]
Kur'an-ı kerimde, nefslerimizi ve aile efradımızı, yakıtı insan ve taş olan Cehennem ateşinden korumamız emredilmektedir. Elli-yüz senelik kısa bir hayat için evladımızı dünya felaketlerinden korumaya çalıştığımız gibi, ebedi felakete düçâr olmaması için ahiretini de korumamız lazımdır. Bir babanın, evladını Cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı ve farzları ve haramları öğretmekle ve ibadete alıştırmakla ve kötü arkadaşlardan ve zararlı neşriyattan korumakla olur.

Bütün fenalıkların başı, kötü arkadaştır. Kötü arkadaşları, onun, küstah, yalancı, hırsız, ve saygısız olmasına sebep olabilir. Senelerce de bu kötü huylardan kurtulamaz.

Ne zaman çocukta iyi bir hareket görülürse, onu takdir etmeli, mükafatlandırmalıdır! İnsanların yanında bazen onu övmelidir. Amcası benim çocuğum böyle yaptı diyerek iyiye teşvik etmelidir. Bir kabahat işler veya kötü bir söz söylerse birkaç defa görmezden gelmeli, (onu yapma) dememeli, azarlamamalıdır. Sık sık azarlanan çocuk, cesaretlenir, gizli yaptıklarını açıktan yapmaya başlar. Yaptığı kötü işlerin zararı, kendisine tatlı dil ile anlatılmalı, ikaz edilmelidir! Yapılan iş, dine aykırı ise işin zararı, fenalığı ve neticesi anlatılarak, o kötü işe mani olmalıdır.

Baba, baba olduğunu, büyük olduğunu hissettirmelidir! Anne, çocuğu babası ile korkutmalıdır!

Her gün bir müddet oynamasına izin vermelidir ki, çocuk sıkılmasın. Sıkılmak ve üzülmekten kötü huy hasıl olur ve kalbi körleşir. Hiç kimseden para istemesine müsaade etmemeli, fazla konuşmamasını, büyüklere saygıyı öğretmelidir. İyi insanların güzel hallerini anlatıp, onlar gibi olmaya, kötü insanların kötülüklerini anlatıp, onlar gibi olmamaya dikkat etmesi öğretilmelidir.

Çocuğa her istediğini almak ve lüks içinde yaşatmak uygun değildir. Büyüyünce de her istediğini ele geçirmeye çalışır; fakat bunda muvaffak olamayınca sükutu hayale uğrar, isyankâr olur. Kendimiz helal yediğimiz gibi çocuklarımıza da helal yedirmeliyiz. Haramla beslenen çocuğun bedeni, necasetle yoğrulmuş çamur gibi olur. Böyle çocuklar da pisliğe, kötülüğe meylederler.

Çocuğa, israf etmemesini, kanaatkâr olmasını öğretmelidir. Bazen de yavan ekmek yemeye alıştırmalıdır. Kötü yerlere gitmesine mani olmalıdır! Çocuk kötülerin yanında ahlaksız, yalancı ve hayasız olur.

Baba, ne devamlı asık suratlı durmalı, ne de çocukla fazla yüz göz olmalı, konuşmasının heybetini korumalıdır. Çocuğa babasının malı ile, rütbesi ile övünmemesi tembih edilmelidir! Tevazu sahibi ve kibar olması öğretilmelidir! Başkalarından bir şey almanın zillet olduğu, veren elin alan elden üstünlüğü bildirilmelidir! Cimriliğin çirkinliği öğretilmelidir!

Başkalarının yanında edepli oturması, ayak ayak üstüne atmaması, lâubâli hareketlerden uzak durması telkin edilmelidir!

Fazla konuşmaktan çocuğu men etmelidir! Fazla konuşmanın hayasızlığa yol açtığı, çenesi düşüklüğün kötülüğü belirtilmelidir! Çocuk nasıl olsa konuşmasını öğrenecektir. Maksat, ona icap edince susmasını ve büyüklerin sözünü dinlemesini öğretmektir.

Doğru da olsa, çokça yemin etmesine izin vermemelidir! Vara yoğa yemin, kötü bir alışkanlıktır. Büyüklere hürmetin, yerini onlara vermenin ve herkesle iyi geçinmenin önemi anlatılmalıdır.

Çocuğu daha küçükken namaza alıştırmalıdır. Büyüyünce namaz kılması zor gelebilir. Başkasının malını çalmayı, haram yemeyi, yalan söylemeyi gözünde çirkin gösterecek şekilde anlatmalıdır! Böyle yetiştirip büluğa erince, bu edeplerin inceliklerini ona söylemelidir.

Her işi âdet olarak yapmaması, niyetle, şuurla yapmasının lüzumu anlatılmalıdır. Mesela, yemekten maksat, kulun Rabbine ibadet etmesi, insanlara, vatanına, milletine faydalı hizmetlerde bulunması, insanların saadeti için çalışması olduğu öğretilmelidir. Dünyadan maksadın, ahiret için azık toplamak olduğu, zira dünyanın kimseye kalmadığı, ölümün çabuk ve ansızın gelebileceği anlatılmalı, (Ne mutlu o kimseye ki, dünyada iken ahiret azığı elde eder, Cennete ve Allahü teâlâya kavuşur) demelidir. Küçük yaşında böyle terbiye edilirse, taş üzerine yazılan yazı gibi olur ve kolay kolay silinmez.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Bütün çocuklar, Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Daha sonra bunları, ana-babaları hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar.) [Taberani]

Hadis-i şerifte Müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin, çocuklukta ve gençlikte olduğu bildirilmektedir. O halde, her müslümanın birinci vazifesi, evladına İslamiyet’i ve Kur'an-ı kerimi öğretmektir. Evlat nimetinin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için (Pedagogie), yani çocuk terbiyesi, çok kıymetli bir ilimdir.

İslam dinine karşı olanlar, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, (Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetiştirmeliyiz) diyorlar. İslamiyet’i yok etmek ve Allah’ın emirlerinin öğretilmesini ve yaptırılmasını engellemek için, (Gençlerin kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce kendileri öğrenirler) diyorlar.

Bugün, bütün hıristiyan ülkelerinde, bir çocuk dünyaya gelince, buna bozuk dinlerinin icaplarını yapıyorlar. Her yaştaki insanlara, hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Müslümanların imanlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan yapmak için, İslam ülkelerine paket paket kitap, broşür ve kaset gönderiyorlar.

O halde, müslümanlar din cahillerinin hilelerine, yalanlarına aldanmamalı, çocuklarımıza sahip olmalıyız. Onlara sahip olmak da, dinimizin emirlerine uygun olarak yetiştirmekle olur. Ahlakı değiştirmek mümkün olduğu için Peygamber efendimiz, (Ahlakınızı güzelleştirin) buyurdu. Zaten din, güzel ahlak demektir. Şu halde dinin emrine uyup yasak ettiğinden kaçan, huyunu değiştirip güzel ahlaklı olur. Güzel ahlaklı olan da iki cihanda rahat olur.

En vahşi hayvan bile terbiye ile ehlileştiriliyor. Hiçbir zaman elma çekirdeğinden portakal olmaz. Fakat elma fidanını büyüterek, lüzumlu aşı ve kültürel tedbirlerle kaliteli elma veren bir ağaç olarak yetiştirmek mümkündür. Bunun gibi insan tabiatında bulunan bazı arzular yok edilemez, fakat terbiye edilebilir.

Terbiyede dayak atılmaz
1- Çocuğu dövmek ahlakının bozulmasına, hırçınlaşmasına sebep olur.

2- Dayakla büyüyen çocuk esnek olmaz.

3- Dövülmek, çocukta ana-babaya karşı kızgınlığa yol açar. Çocuk kendi yaptığının kötü bir şey olduğunu düşünmez, kendini suçlu görmez, kendini döveni suçlar.

4- Dövülen çocuk, kızdığı zaman, o da şiddete baş vurur, bir başkasını döver. Böylece dayak, saldırganlığa sebep olur.

5- Sözden anlayacak yaştaki çocuğa dayak atılmaz. Sözden anlamayan çocuğuna hafifçe vurmak yeter. Başa, yüze tokat atmak, sopa ile dövmek çok zararlıdır. Bu ancak işkenceciye yaraşır.

Çoluk çocuğu terbiye etmek için dövmek doğru değildir. Ancak yanlış bir iş yapınca, cezalanabileceği hissini vermek gerekir. Peygamber efendimiz, ev halkının dövülmemesini emrettiği halde, terbiye edilmeleri için cezalanacakları, dövülecekleri hissini taşımaları gerektiğini bildirmiştir. Bu husustaki hadis-i şeriflerden biri şöyle:
(Ev halkınızı terbiye için bastonunuzu onların göreceği yere asın!) [Taberani]

 29 
 : 10 Şubat 2012, 00:57:34 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
Çocuklara koyduğumuz veya koyacağımız isimlerin anlamlarının, dinimize, örf ve âdetimize uygun olup olmadığını öğrenmek, uygun değilse, değiştirmek gerekir. Haklı sebeplerle adını veya soyadını değiştirmek isteyenler de çıkabilir. Böylece isimlerin anlamlarını bilmek faydalı olur.

Bu konuda yazılmış piyasada birkaç kitap vardır. Kimisi çok geniş. Ne kadar Arapça veya Farsça kelime varsa, isim olarak kitaba yazmışlar. Kimi de, çok basit yazıp, kelimenin gerekli bütün anlamlarını yazmamış. Hepsinin ortak yönü, mastar halindeki isimleri, mastar olarak tarif etmişler. Bir şey isim halini alınca, artık o mastarlıktan çıkar. Mesela Türkçede yanlış olarak, meşhur kelimesi yerine, (Falanca şöhret oldu) diyorlar. Bir çocuğa Şöhret ismi verilmişse, bunun anlamı (meşhur olmak) denmez. Burada Şöhret kelimesini meşhur, ünlü olarak bildirmek gerekir. Çünkü maksat budur.

Kelime isim olunca İslam, cihad kelimeleri de böyledir. Bu kelimeler isim olarak konmuşsa, artık, İslam’a, müslüman olmak denmez. Müslüman olan diye tarif edilir. Cihad kelimesine de savaş, savaş etmek denmez. Allah için savaşan denir. Cihad kelimesinin biraz daha kuvvetlisi Câhid’dir. Bunun da daha kuvvetlisi Mücâhid’dir. İsim olarak konunca, artık, Cihad da, Câhid de, Mücâhid de, biri diğerinden daha kuvvetli olmak üzere, cihad eden anlamına gelir.

Bunun gibi, Hicabi, utanmakla ilgili demektir. Ama bu isim olarak kullanılınca, mahcup, utangaç, hayalı, edepli, terbiyeli, perdeli, namuslu gibi anlamlara gelir.

Hulki, Ruhi, Sulhi kelimeleri de böyledir. Piyasadaki kitaplarda bu husus kiminde hiç dikkate alınmamış, kimi de çok az yer vermiştir.

Çocuklara güzel isim koymalıdır! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Çocuğa güzel isim vermek, dinini öğretmek ve vakti gelince evlendirmek, evladın babası üzerindeki haklarındandır.) [Ebu Nuaym]

(Kıyamette, babanızın ismi ile beraber [Mesela Ali oğlu Emin, veya Ali kızı Emine diye] çağrılacaksınız. O halde isminiz güzel olsun!) [Ebu Davud]

Güzel isimler çoktur. Mesela Peygamber isimleri, Resulullah efendimizin 400 kadar olan mübarek isimleri, Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnasından olup da, isim olarak koyması caiz olan Ali, Aziz, Macid, Mucib, Rafi, Reşid isimleri, Eshab-ı kiramın, âlimlerin ve evliyanın isimleri konabilir.

Bir ismin güzel olması için mutlaka Kur’an-ı kerimde bulunması gerekmez. Yüz binden fazla Eshab-ı kiramdan Hazret-i Zeyd hariç, hiçbirinin ismi Kur’an-ı kerimde yoktur. Güzel isimler çoktur. Değişik isim olsun diye, yahut en güzel isim olsun diye Kur’an-ı kerimde geçen her kelimeyi, sırf Kur’an-ı kerimde geçtiği için çocuğa isim olarak koymak, çok yanlış olur. Çünkü Kur’an-ı kerimde güzel isimlerin yanında kâfirlerin isimleri de vardır. En başta şeytan var, İblis var, Hannas vardır. Kâfirlerden Karun, Haman vardır. Peygamber efendimizin düşmanı Ebu Leheb’in ismi vardır. Bunları koymak doğru değildir.

Kur'an-ı kerimde geçiyor diye yıldırım, şimşek, gelmek, gitmek gibi kelimelerin arabisini isim olarak koyanlar oluyor. Bu kelimelerden en meşhurlarından biri Esra’dır. Esra, gece yürümek manasına gelir. Ünzile, indirildi, indirilmiş demektir. Böyle isimleri koymak caiz ise de, enbiyanın, ulemanın, evliyanın ismini tercih etmek elbette iyi olur.

İsim sahiplerine şefaat
Her Peygamber, kendi isminden olanlara, her âlim ve evliya da, kendi isminden olanlara şefaat edecektir. Güzel ismin bu yönden de önemi vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah indinde en güzel olan isimler, Abdullah, Abdurrahmandır.) [Müslim] (Üç oğlu olup da, birine adımı vermeyen, cahillik etmiş olur.) [Taberani]

(Allahü teâlâ buyurur ki: İsmi, Ahmed, Muhammed, Mahmud gibi Habibimin isminden olan mümine azap etmekten haya ederim.) [R. Nasıhin]

(Bir evde bir, iki veya üç Muhammed olmasının zararı olmaz.) [İbni Sâd]

(Oğlunun adını Muhammed koyan, çocuğu ile Cennetlik olur.) [A. Rufai]

(Muhammed isimli çocuğa her yerde ikram edin, onu aşağılamayın.) [Hatib]

(Muhammed isimli kimseyi hakir görmeyin, onu mahrum etmeyin! Onun bulunduğu bir evde, bir yerde bereket vardır.) [Deylemi]

İbni Abbas hazretleri, (Kıyamette, “adı Muhammed olan müminler gelsin” denilir, hepsi Cennete götürülür) buyurmaktadır.

Ecdadımız, saygıda kusur olmasın diye Muhammed ismini “Mehmed” şeklinde kullanmıştır.

Peygamber efendimizin mübarek isimlerinden birini de koymak çok iyi olur. [Bu isimler, Peygamber Efendimiz maddesinde var.] Eshab-ı kiramın isimleri de çok kıymetlidir. Ecdadımızın koyduğu isimler de önemlidir.

Hazret-i Talha, on çocuğunun her birine bir peygamber ismi koymuştu. Hazret-i Zübeyr’in de on çocuğu vardı. O da hepsine şehid ismi vermişti. Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr’e, “Neden çocuklarına peygamber ismi değil de, şehid ismi verdin?” dedi. O da, “Çocuklarım peygamber olamayacağına göre, şehit olmalarını arzu ettiğim için” dedi.

İsmi kötü olan değiştirmelidir! Hadis-i şerifte, (Kötü ismi olan bunu güzel isme çevirsin) buyuruldu. (Berika)

Kötü isimler
Memiş, Senem, Sanem, Efrayim, Ökkeş isimleri caiz değildir. Ahmede hamo, Mehmede memo demek caiz olmadığına göre, Abdullah Öcalana Apo, İbrahim Tatlısese İbo demek caiz mi diye düşünülebilir. Caizdir; çünkü meşhur ismi söylemek adını değiştirmek olmaz.

Kezban, Farisi Kedbanudan gelmiştir. Ev kadını veya vekilharç kadın demektir. Vekilharç ise, bir sarayın, alış veriş işlerini yapan kimse demektir. Her ne kadar Arabide yalancı manasına gelirse de, Farsçadan geldiği için değiştirilmesi gerekmez.

Kâfir ismi koymaktan da kaçınmalıdır! İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Bir müslümanın, bir kâfir ismini almaktan, korkunç aslanlardan kaçmaktan daha çok kaçması gerekir. Bu isimler ve onların sahipleri, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Hadis-i şerifte, (Kötü zan altında kalınacak yerlerden kaçınız) buyuruldu. Dinsizlik alameti olan ve bu zannı uyandıran isimleri koymaktan kaçınmak gerekir.

Övücü isimler koymak
İbni Âbidin hazretleri buyurdu ki:
(Çocuğa Ali, Aziz gibi isimleri koymak caiz ise de, bu isimleri söylerken hürmet etmek gerekir.) [Redd-ül Muhtar]

Reşid, Emin gibi övücü isimler koymak caiz ise de koymamak iyi olur. Çünkü böyle isimleri söyleyerek, sahibine hakaret etmek, isme de hakaret olur. (Şir’a)

Kıyamette günahları, sevaplarından daha çok olan bir kimse, Cehenneme götürülürken, Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselama buyurur ki:
- Ya Cebrail, buna sor, hayatında hiçbir âlimin sohbetinde bulundu mu?

Hazret-i Cebrail, o kimseye sorar. O da, (Ne yazık ki, hiçbir âlimle bir arada bulunmadım) der. Allahü teâlâ tekrar buyurur:
- Ya Cebrail, buna sor ki, hiçbir âlimi ilminden dolayı sevdi mi?

Cebrail aleyhisselam, ona sorar. O da, (Hayır, sevdiğim bir âlim yoktu) der. Hak teâlâ buyurur:
- Ya Cebrail, tesadüfen de olsa, bu bir âlimle yemek yemiş mi?

Cebrail aleyhisselam sorar. O da, (Hayır hiçbir âlimle bir sofrada bulunmadım) der. Hak teâlâ buyurur ki:
- Ya Cebrail, bu kulun ismi, bir âlimin ismine benziyor mu, bunu da sor!

Cebrail aleyhisselam sorar. O da, (İsmim hiçbir âlimin ismine benzemez) der. Hak teâlâ buyurur ki: - Bunu Cennete götürün. O, âlimi seven birini severdi.) [El-Envâr]

Görüldüğü gibi, ismi bir âlimin ismine benzemek, hatta âlimi seveni sevmek bile insanın kurtuluşuna sebep olmaktadır. Elbette her şeyden önce mümin olmak şartı vardır. Mümin olmadıktan sonra, güzel ismin ve ibadetin kıymeti olmaz.

Çocuğa, doğunca veya doğumu müteakip yedinci günü adı konur. Doğduktan sonra hemen ölen çocuğa da ad konur. Yıkanır, cenaze namazı kılınır. Ölü doğan çocuklara isim vermek gerekmez. Fakat isim vererek defnetmek iyi olur.

İsmi koyacak kimse
Çocuğun ismini ilim ehli, salih bir zata koydurmalıdır! Eshab-ı kiram, çocuklarına isimlerini Peygamber efendimize verdirmeyi tercih etmişlerdir. Çocuğa ad koyarken, çocuğun babası, dedesi veya en yaşlı, ilmi en çok olan, çocuğu kucağına alır, abdestli olarak kıbleye döner ve ayakta sağ kulağına ezan, sol kulağına ikamet okur. İsmi üç kere tekrar etmek iyi olur. Bu arada çocuğun ağzına bir tatlı sürmek iyi olur.

Peygamber efendimiz, Hazret-i Hasan doğunca, kulağına ezan okumuştur. Ezan okuyacak kimse, çocuğu yastık gibi yumuşak bir şey üstüne koyarak kucağına alır. Çocuğu birisi kucağına alıp, ezanı bir başkası da okuyabilir. Bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da ikamet okunursa, “Ümmü sıbyan” hastalığından korunmuş olur.) [Beyheki]

Çocuğa isim koyduktan sonra, salih bir evlat olması ve dine hizmet etmesi için, dua etmelidir. Peygamber efendimiz, (Ya Rabbi, bu çocuğu hayırlı ve salihlerden eyle ve onu güzel bir şekilde yetişmesini sağla) diye dua etmiştir.

Ebu Musel Eşari hazretleri, (Çocuğumu doğduğu gün Resulullaha götürdüm, adını İbrahim verdi) dedi. Amr bin Şuayb’ın dedesi ise, (Resulullah, yeni doğan çocuğa yedinci günü isim verilmesini ve akika kesilmesini emretti) dedi. [Tirmizi]

Buhari’de “Eğer akika kesilmeyecekse, çocuk doğduğu vakit isim konur ve ağzına tatlı bulaştırılır” deniyor.

 30 
 : 10 Şubat 2012, 00:40:59 
Başlatan CeSuR - Son mesaj Gönderen: CeSuR
“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şâyet bir duâ gelecek olsa bu onun için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allâh, kabir ehline, dünyâdakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfar etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Müsned, IV, 103/6323; Ali el-Müttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)

Bu durumda insana imdâd edecek olan, dünyâda bırakmış olduğu sadaka-i câriyedir ki o, kabir ve âhiret selâmetimizdir. En mühim sadaka-i câriyelerden biri de sâlih evlâddır. Garib-nâme adlı tasavvufî eserin müellifi olan Âşık Paşa, insanoğlunun neslinin dört şekilde devâm ettiğini ifâde eder:

1. Sulbî nesil: Kişinin sulbünden gelen evlâdıdır ki, bunların devamlılığı kadere bağlıdır. Gün gelir, kesilebilir. Hayırlı olup olmayacakları da meçhuldür.

2. Mâlî nesil: Kişinin mal ve mülkü ile yapmış olduğu hayır hizmetleridir. O hizmet ve hayır eserleri devâm ettiği müddetçe sâhibine sadaka sevâbı yazılır.

3. İrşâdî nesil: Kişinin yetiştirdiği ve arkasında bıraktığı hayırlı evlâd ve talebelerdir. Bunlar da arkalarından insan yetiştirdikleri ölçüde devâm edip gider.

4. İlmî ve irfânî nesil: Kişinin Hak yolunda kulların dimağ ve gönüllerini besleyici mâhiyette yazdığı hayırlı eserlerdir. En kesintisiz ve en verimli nesil budur. Telif edilen bir eser, kıyâmete kadar gelecek olan meçhul muhâtaplara gönderilen hidâyet mektubu mâhiyetindedir.

Netîce itibârıyla anne-babaların çocuk terbiyesinde bilhassa dikkat etmeleri gereken başlıca hususlar şunlardır:

Çocuklarımız arasında adâlete riâyet edip birbirlerine haset etmelerine meydan vermemek îcâb eder. Vakti geldiğinde -imkânlar müsâit olduğu takdirde- onları evlendirmek, dâmat ve gelin ararken dünyevî kıymetlerden ziyâde îman ve güzel ahlâk ölçülerini esas almak gerekir. Zîrâ dînî ve ahlâkî duygularla yapılmayan evlilikler; ya ayrılıklarla netîcelenir ya da mezara kadar devâm eden ıztıraplara sebep olur. Çocuklarımızı havâilikten, lüzumsuz gezmelerden, eve geç gelmelerden ve kötü arkadaşlardan bütün gücümüzle korumalıyız. Onları; hoca efendilere, yaşlılara, hısım ve akrabâlara, komşulara, zayıflara, kimsesizlere ve muhtaçlara karşı olan vazîfelerinin şuûruyla yetiştirmeli ve onlar için bol bol duâ etmeliyiz. Yavrularımızı hasta ziyâretlerine, infâka yönlendirmeli ve tertemiz ruhlarına sadaka vermenin mânevî zevkini tattırmalıyız. Mânevî heyecanlarını artırmanın yanında, siyer-i nebî ve ecdâdımızın târihin altın sayfalarına kaydettiği merhamet, şecaat, fedâkârlık, hak-hukuk tevzii gibi hususlardaki hassâsiyetlerini onların gönül âlemlerine aksettirmeliyiz.

Bu hususlara dikkat eden ana-babaların evlâdları; dînin, vatanın ve milletin âdeta göz bebeğidir. Târih boyunca yaşayan velîler, cengâverler ve Fâtihler hep onların meyvesidir.

Ne mutlu o sâliha anneye ki cennet onun ayakları altındadır! Ne mutlu o sâlih babaya ki, onun duâsı peygamberlerin ümmetlerine olan duâsı gibidir! Ne mutlu o ana-babalara ki evlâdlarını kendileri için tükenmeyen bir ecir yâni sadaka-yı câriye olarak yetiştirebilmişlerdir!..

Allâh Teâlâ, yavrularımızı; dînimize, vatanımıza ve milletimize hayırlı eylesin! Onları zamânımızın fitne ve şer anaforundan muhâfaza buyurup bizler için sadaka-yı câriye hâline gelmelerini ihsân buyursun!..

Âmîn!..

Dipnot: 1) Bkz. Buhârî, Cihâd, 138, Ezân, 17, Edeb, 3; Müslim, Birr, 5; Ebû Dâvûd, Cihâd, 31; Tirmizî, Cihâd, 2; Nesâî, Cihâd, 5.

Sayfa: 1 2 [3] 4 5


Kullanıcı adınızı, parolanızı ve aktif kalma süresini giriniz

MySQL Kullanıyor PHP Kullanıyor Powered by SMF 1.1.20 | SMF © 2006-2011, Simple Machines XHTML 1.0 Uyumlu! CSS Uyumlu!
Bu Sayfa 0.06 Saniyede 16 Sorgu ile Oluşturuldu

Türkiyenin hatta Dünyanın En çok Dinlenen iSLami Radyo Sitesinden bir birinden güzel ilahileri ezgileri islami sohbetleri dinleyebilirsiniz.

Copyright © Radyo Nebi - 2010

iSLami Radyo Dinle